Makale-Şiir



TİTREMEYEN YÜREK

Titriyor mu yüreğin Mehlika?
Titremeli Mehlika, ardında titreyen bir yürek bıraktın, çektin ve gittin.
Titremeli yüreğin…
Canımı tenimden aldın; ötelere götürdün, yanına yüreğimi de alsaydın. Titreyen bir yürek alırdın ve anlardın yürekliliği…
Derler ya: “Gözden ırak olan gönüldende ırak olur”.
Olmaz Mehlika olmaz, yüreğin varsa gözden ırak da olsan gönülden ırak olmazsın.
Yüreksizler bir yer edinememişler kimsenin gönül yurdunda, kimseye de bir yer vermemişler kendi gönül yurtlarında.


Yüreğin titremeliydi, Musa’nın yüreği titriyor ve birileri titretiyor. Kim için titremeliydi? Sevginin sesiyle titriyor yüreğim ve rahmet gözyaşlarını dökmek istiyor.
Yürek yüreğe haber vermiyor mu? Benim yüreğim almıştı “Hu Kuşu” ile “Hu,hu,hu” diyerek sevgi sesini.
Hislerim ve düşüncelerim beni sana bağlıyordu. Yüreğim ses veriyordu bende kulak veriyordum o sese.
Kutlu çağrıya koşmak…
Yok iken var olmak; Var iken başka bir boyutta var olmak.
Yaşamak ve görmek…
Titreyen bir yürek-te olmak!..


Musa Beyza








İNANÇ
İyi bir niyetle yola çıkınca oluyormuş kardeşlerim oluyormuş…
İlk zamanlar iki üç kişinin haricinde kimsecikler inanmıyordu bu kutlu sevdaya. Ama biz inanmıştık ve başaracaktık bi iznillah.
Farkındaydık inanmışlığın,farkındaydık sevdalılığın!...
Edison’u Edison, Farabi’yi Farabi, Yunus’u Yunus yapan bu değildi de neydi?
Üzerinize bütün güçler yüklense de siz inanmışlığınızdan ödün vermediğiniz müddetçe, birçok şey olacaktır elbette.
Yeter ki üzülmeyin ve gevşemeyin.
İnancınız tam olsun bir şeye bir şeyler yaparken…
İnanç, azim, sebat ve takdir…

Musa Beyza









İNCİTME GÖNÜL
Çiçeklerle hoş geçin,
Balı incitme gönül.
Bir küçük meyve için
Dalı incitme gönül.


Konuşmak bize mahsus,
Olsa da bir güzel süs,
‘Ya hayır de, yahut sus,’
Dili incitme gönül.


Sevmekten geri kalma,
Yapan ol, yıkan olma,
Sevene diken olma,
Gülü incitme gönül.


Başın olsa da yüksek,
Gözün enginde gerek,
Kibirle yürüyerek
Yolu incitme gönül.


Mevlâ verince azma,
Geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma,
Külü incitme gönül.


Dokunur gayretine,
Karışma hikmetine.
Sahibi hürmetine
Kulu incitme gönül.
                                                    Bestami YAZGAN 





     


                            Gülemem Dostum    
                         

Üstüme doğmazsa sevgi güneşi,

Hayatın tadını alamam dostum.

İçimde yandıkça aşkın ateşi,

Sevgiye bigâne kalamam dostum.


İnanca, insana saygılarım var,

Gönlümde tutuşan duygularım var,

Bugünden yarına kaygılarım var,

Gaflet deryasına dalamam dostum.




Bu aşk badesinden sevenler içer,

Murada erenler kanatsız uçar,

Muhabbet gülleri gönülde açar,

Bahar içimdedir, solamam dostum.



İyiler severmiş Hakkı seveni,

Şeytanlar övermiş nefsi öveni,

Boşuna oyuna çağırma beni,

Faydasız işlere gelemem dostum.



‘Bin bahar görse de yeşermez taşlar’,

Yürek paslanmışsa ne yapsın başlar,

Gönül kurumuşsa dökülmez yaşlar,

Rahmet kesilirse dolamam dostum.



Zar gibi incecik olsa da tenim,

Sırtımda dağ gibi yüküm var benim,

Yanımda olmazsa candan sevenim,

Gülmek istesem de gülemem dostum
                                                                   Zahit Genç








En Büyük Hacı Bizim Hacı...

En Büyük Hacı Bizim Hacı...


Hacca parası olan gitmiyor artık. Beli bükülmeden, prostatı patlamadan, gözüne katarakt inmeden gidene rastlamadım henüz. Olsun, yine de “En büyük hacı bizim hacı” onlar ümmetin baş tacı…

er ne kadar “Vatan benim sigara ve çay içebileceğim yerdir.” desem de onsuz edemiyor insan.
Türkler göçebelikten geldikleri için sonunda durabildikleri Anadolu’yu haddinden fazla sevmişlerdir.
Müslümanın vatanı olmaz. O, zaten öteki dünyadan buraya yani dünyaya gelerek gurbete çıkmıştır. Dinimizdeki “Hicret” emri ise seccademizi nereye rahatlıkla serip namazımızı kılabiliyorsak orası bizim vatanımızdır duygusu yaratır. Hicret, basit insandaki gereksiz gururu da yenmemizi sağlar.
Yukarıdaki paragrafları tekrar okuyup birbiriyle alakasını kurarsak fazla dindar bir millet olamayacağımız anlaşılıyor zaten. Yenilmeyi bilmeyen ve yenilmeyi hazmedemeyen ırklar herhangi bir dine bağlanmakta çok zorlanırlar. Maalesef bizler de öyleyiz…
Hepimiz mahallemizde şahit olmuşuzdur. İki komşu altlı üstlü otururlar ya da köylerde düşünün tarlası yan yana iki aile kanlı bıçaklıdır ama bir tanesi “Başımı belaya sokmadan, elimi kana bulamadan burayı satıp başka yere gideyim” demez. Lânet gururu onu orada oturmaya zorlar. Hepimiz hicretten sınıfta kaldık…
“Keşke” demeyi de beceremiyoruz, oysa “Keşke” pişmanlıktır ve pişmanlık duygusu insanları “Tövbe”nin kapısına götürür. Gurur var. Keşke yok, tövbe yok ama bizler yine de bir dinin kuyruğuna tutunup cennete gidebileceğine inanan tek milletiz. Kelime-i şahadet getirince cennete gideceğimize inanmışız.
Kelime-i şahadet; Allah’ın ve peygamberin dolayısıyla farzların, sünnetlerin, Kuran’ın altına ciddiyetle imza atmaktır. Bir kez kelime-i şahadet getirip bunlardan bir tanesini aksatırsan anlaşma bozulur ve karşı firmayla tekrar iş yapman zorlaşır, imkânsız hale gelir. Kelime-i şahadet getiren insan cennete gitmez ebedi cehennemden kurtulur, yani sonsuza kadar cehennemde kalmaz, bunu bilelim ki aynı hatalara tekrar düşmeyelim.
Son yirmi yıldır ülkemizde davullu zurnalı, konvoylu, gürültülü bir asker gönderme modası var. Saçları ve elleri kınalanarak cihada gönderilen askerlerimiz şimdi davul, zurna ve konvoyla büyük tantana çıkarılarak havaalanlarından, otobüs terminallerinden uğurlanıyorlar. Olay gövde gösterisine dönüşmüş durumda.
Bazen inanılmaz manzaralara şahit oluyoruz. Asker uğurlanırken “Kahrolsun PKK” sloganları atılırken diğer yandan “Caney caney” söyleniyor ve İstiklâl Marşı okunuyor. Bir nevi “Guernica” tablosuna döndük. 
Öyleyse ben de sevgili okurlarım için alternatif bir hacı gönderme modeli sunuyorum. Hacımız omuzlarda taşınıyor, Menzil İlahileri eşliğinde havaalanında şu sloganla gönderiliyor: “En büyük hacı bizim hacı” diyerek. Yalan mı? Nasıl olsa 65 yaşın altında hacca giden yok. Büyük ki ne büyük, maşallah. 
Hacca parası olan gitmiyor artık. Beli bükülmeden, prostatı patlamadan, gözüne katarakt inmeden gidene rastlamadım henüz. 
Olsun, yine de “En büyük hacı bizim hacı” onlar ümmetin baş tacı…

















Okulda Namaz Kılınamaz mı? Her Sokak Başında Gönül Bayrağı Dalgalansın!

Okulda Namaz Kılınamaz mı?

Türkiye nasıl da bir beyin daralmalarının ülkesi oldu böyle! Nasıl da bir ufuksuzluk yaşıyoruz!

Çocuklarımızı yalan yanlış müfredatların öğretilmeye çalışıldığı ama öğretilemediği okullara gönderiyoruz. Bundan rahatsız oluyor muyuz acaba yeterince?!

Çocuklarımızın, gençlerimizin çok hasar görmemesi için dindarlarca açılan okullara bakıyorsunuz, minik, bireysel istisnaları hariç içlerinde resmi ideolojiden farklı şeyler sunabileni yok gibi!

Gençlerimizi, çocuklarımızı rejime ve rejimin müfredatına, ön yargılarına, yalanlarına teslim etmiş durumdayız! Okullarda çocuklarımızın en temel haklarını bile talep etmekten hem biz aciziz, hem de (işin daha kötüsü) çocuklarımız aciz. Hatta çocuklarımız onlara engellenen haklarını söylediğinizde, “olur mu canım öyle” diye farkında olmadan itiraz bile edebiliyor size.
Evet, sistem çocuklarımızı elimizden alıyor. Bunu çok önemli, temel bir meseleden size anlatmak isterim: Namaz meselesi! Namaz bir meseledir! Meselesi olanlar namaz kılar! Bizi secde etmek adam eder! Secde olmazsa biz neyiz ki?!
Peki okullarda iken namazımız geçmiyor mu? Özellikle kış saati uygulamasına geçildiğinde birçok ilköğretim ve lise öğrencisi özellikle öğle ve ikindi namazlarını kılamıyor. Cuma namazları da her mevsim için kaçan namazlarımızdan!

Aslında kaçan değil, kaçırılan, kıldırılmayan namazlarımız bunlar!
Okulda ders süresi boyunca öğrenciler güvenlik gerekçesi ile okul dışına çıkartılmıyor. Gerekçe haklı, çok karşı çıkabilecek bir şey bulamıyoruz. Çocukların başına dışarıda her şey gelebilir. Cumhuriyet rejimi çok kirli insanlar saldığı için sokaklara, çarşılara, meydanlara… Kimin ne yapacağı belli olmaz. Hele 28 Şubat süreci sonrası toplumda oluşturulan ‘ortalık gaspçı kaynıyor’ velvelesini hatırlayın. Kimse kimseye güvenmez bir hale getirilmişti! Tamam, gençleri okul dışına salmayın, ne yapacağı belli olmaz! Ama peki bu genç namaz kılacağı zaman nerede kılacak?
Okulda bana namaz kılacak yer gösterin dese, idareciler bunu ne kadar dinleyecek? Okulda yer göstermiyorsunuz madem, dışarıda en yakın camiye gitmemize izin verin o zaman dese ona da izin vermiyor! Ne yapsın ilköğretim çağındaki, lise çağındaki genç?! Kız için intihar eden, hoca bıçaklayanlar gibi dengesizlik mi yapsın!!!
Üstelik bu bozuk düzen 1978 yılında bir yazı ile okullarda ibadet hürriyetinin engellenemeyeceğine dair genelge de yayınlamış. Ama namaz kılmak isteyen gençler idareye başvurduklarında en çok da dindar idarecilerin çekingenlikleri ile, korkaklıkları ile, engellemeleri ile karşılaşıyor.

Bu konu benim beş altı yıldır temel derdim idi. Öyle bir şey ki anasınıfındaki kızıma sordum, “Okulda namaz kılmak istediğini hiç söyledin mi öğretmenine?” Dedi “Baba okulda namaz kılınmaz ki!” Düşünebiliyor musunuz, küçücük çocuğun zihnine bile okulda namaz kılınmayacağı saçma algısını ne hakla yerleştiriyorlar! Biz buna ne yüzle karşı çıkmıyoruz, nasıl?!!
Konuyu açtığım bir kısım ehl-i namaz arkadaş “Ya, ülkeyi germemek lazım, okulda namaz olur mu? Olsa iyi ama şimdi zaman kötü, iktidar sıkışır” gibi laflar ettiler, düşünebiliyor musunuz?!
Daha sistemden almamız gereken, talep etmemiz gereken demiyorum, almamız gereken haklarımız aklımıza bile gelmiyor. Gereksiz bir kuru heyecan gibi görülüyor namaz kaygılı bir gençlik için dertlenmek!

Biz günümüz Türkiye Müslümanları bir şeyler hazır ağzımıza konsun istiyoruz! Sahabe ile aramızdaki fark bu olsa gerek. Onlar mücadele ediyorlardı, analarını, babalarını, canlarını feda ediyorlardı, biz ise daha garantici, daha tedbirciyiz! Bu bir üstünlük mü acaba(!)

Liseli gençler Okulda namaz kılınamaz mı adında bir sayfa açtılar Facebook’ta. 28 Şubatla yok edildiğini sandığımız liseli ve ilköğretimlerin 5. 6. 7. 8. sınıflarından gençler, çocuklarımız bu sayfa üzerinden birbirlerinden güç kuvvet alıyorlar. İdarelerle nasıl baş edeceklerini öğreniyorlar! Özellikle dindar ve korkak olanları ile…

Bu gençlerin secdeye giden alınlarından öpmek istiyorum!












Kızılelmamız Yitik Kalbimizdir

Kızılelmamız Yitik Kalbimizdir

Kızılelma bize o kadar yakındır ki istersek eğilip sesini duyabiliriz. Göğsümüzün sol tarafında durur. Elma büyüklüğündedir ve rengi kırmızıdır. Evet, kızılelma kalbimizdir. Kalbimiz fethetmemiz gereken, kızılelmamızdır. Biz çoktandır onu yitirdik. Artık onun fatihi değil, mağlubuyuz. Ona hâkim değiliz. Onu, New York’un temsil ettiği hayat tarzının istilasına terkettik. Medine sürmeli nazarların saçtığı  enerjilerden beslenmiyor o, şeytan ve avanesinin öncülüğünde pompalanan negatif enerjilerden besleniyor.

bdullah İbn-i Amr İbn-i As…
Arabın dört dâhisinden biri olarak nitelendirilen Amr İbni As’ın oğlu…
Merakı, hayreti ve Allah’ın kendisini bu kadar insan içerisinde neden artı bir olarak yarattığına dair o sorunun kendine has cevabını bulmak için sergilediği azmi ile kıyamete kadar ümmetin gençlerine örnek olacak heyecanlı bir sahabi… O’nu Allah Rasulü’nün cennetle müjdelediği bir sahabiyi işin sırrını öğrenmek için takip edişindeki gayreti, babası tarafından Allah  Rasulü’ne şikâyet edilecek derecedeki riyazeti, oruç tutma konusunda Nebevi tavsiyeye uyamamış olmasına dair nedameti ve Allah  Rasulü’nün mübarek ağızlarından çıkan her şeyi kaydetme konusundaki harisliği ile tanıyoruz.
Hadisleri topladığı Sahife-i Sadıka adlı bir defteri vardı. Rivayete göre bir gün kendisine Roma’nın mı yoksa İstanbul’un mu daha  önce feth edileceği soruldu. Hz. Abdullah, yanından ayırmadığı bir sandıkta taşıdığı Sahîfe-i Sâdıka’sını çıkarttı ve ona bakıp şu  cevabı verdi:
- Rasûlullahın etrafında oturmuş,hadîs-i şerîf yazarken birisi “İstanbul ve Roma şehirlerinden hangisi daha evvel fethedilecek” diye sordu.
Rasulullah Efendimiz şöyle cevap verdi:
- Önce Heraklius’un şehri olan İstanbul fetholunacaktır.
Abdullah İbni Amr İbni As vasıtasıyla öğrendiğimiz bu hakikatin altını çizelim: Önce İstanbul fethedilecektir, sonra Roma… İstanbul kendisi güzel, ordusu güzel bir kumandan tarafından fethedilmiştir. Roma ise fethedilmeyi beklemektedir. Bu, Allah Rasulü  tarafından ümmetin önüne konulmuş bir ufku ifade eder. 1400 sene öncesinden konulmuş bu ufuk aslında Allah’ın dinini yüceltme, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşma konusunda sınır olmadığını gösterir. İstanbul’u feth eden o güzel kumandan Fatih Sultan Mehmet Han bunun gayet iyi farkında olduğu içindir ki fethin hemen akabinde yönünü Roma’ya çevirmişti, çünkü kızılelma artık  Roma’ydı. Fatih bütün gençliğini uğruna sarf ettiği o idealin biraz daha öteye taşınması ile hızını kesmedi, hayatının sonuna kadar yeni kızılelmasına kavuşabilmek için gayret etti, durdu. Mukadder olsaydı da Roma’yı fethetseydi muhtelemen yine durmayacaktı,  çünkü kızıl elma oradan çıkacak bir başka mekâna intikal edecekti.

Yitik kalbimiz kaybettiğimiz kızılelmamızdır. New York merkezli medeniyetin attığı format, onu kendi yazılımından başkası ile çalışmayan bir donanıma dönüştürdü. Orada fink atan virüsler çağdaş Roma’nın virüsleridir.

Kızılelma, sahip olmamız gereken hedef ve ideali ifade eden bir kavramdır. Zamana ve zemine göre değişiklik gösterebilir. Ama En  Güzel İnsan’ın asırlar öncesinden mucizevî olarak bildirdiği haberin gerçekleştirilmeyi beklemesi bize kızıl elmanın adresini açık ve  net bir şekilde gösteriyor. Kızılelma Roma’dır, çünkü hâlâ fethedilmemiştir. Şimdi soru şudur: Roma neresidir?
Roma, İtalya’nın başkenti olan bir şehirdir, ama aslında bir şehirden daha fazla bir şeydir. Roma bir coğrafi mekân ya da yerleşim yerinden daha ziyade bir medeniyetin, Batı medeniyetinin simgesidir. Bu anlamda Roma simgesi ile Roma şehri arasında zamana  ve zemine göre bir ayrışma meydana gelmiş olabilir. Nitekim bugün Roma simgesinin ifade ettiği medeniyeti bir şehirle ifade etmek  gerekse, İtalya sınırları içerisinde kalan başkent Roma’nın buna nefesi yetmez. Gerçek Roma, bugün Roma diye ifade edilen  şehirden çok daha fazlasıdır. Bugünün Roması finans, kültür, tüketim, moda ve hayat tarzı merkezi olarak bütün suların kendisine  aktığı, kendisi dışında her yeri taşra olarak kabul ettiren bir şehir olmalıdır. Bu şehir New York’tur.
Allah Rasulü’nün hadisinde geçen Roma ihtimaldir ki bugünün New York’udur, çünkü 24 saat yaşayan bu şehir hayata pusu kurmuş  bir hayat tarzının bütün dünyaya pompalandığı bir negatif enerji merkezidir. Bu merkez, algıları, düşünceleri, fikirleri, hisleri ve yaklaşımları biçimlendiren gücü ile hesaplaşılması gereken sembolik bir mekândır, bu anlamda önce halinden kurtulunması, sonra hal edilmesi ve nihayet hal yoluna koyulması gereken bir şer odağına ev sahipliği yapmaktadır. Yanlış anlaşılmasın; ne siyasi, ne de diplomatik bir atıfta bulunuyoruz. Kastımız bir zihniyet, tasavvur ve algılayışın odağını işaretlemektir. New York, Batı medeniyeti denen ve modernlikle kendisini göklerden kopartan bir zihniyetin merkez ve sembol mekânıdır. Dünya üzerindeki hâkim algı ve  tasavvuru besleyen bu mekân Hakk’ın ve Hakk’a adanmışların diriltici nefeslerine muhtaçtır, orasının dirilmesi dünyanın dirilmesini  sağlayabilir, bu anlamda hem çağdaş Roma’dır hem de edinilmesi gereken kızılelmadır, denebilir. Ama iş New York’a ya da başka herhangi bir yere hasredilecek kadar basit değildir.
Dünyanın küresel bir köye dönüştüğü, gerçek dünyanın sanal dünyaların egemenliği altına girdiği bu dönemde kızılelma New  York’un da muhtevasına sığmayacak kadar derin ve kapsamlı bir anlama sahiptir. Çağdaş kızılelma ne haritada gösterilecek kadar  yakın, ne de göz ardı edilecek kadar uzaktadır. Kızılelma bize biz kadar yakın ve fakat kendimize uzaklığımız nispetinde uzak bir mânâdır. Evet, bugün kızılelma görüp dokunabileceğimiz kadar yakınımızda ve fakat nüfuz edemeyecek kadar uzağımızdadır.
Kızılelma bize o kadar yakındır ki istersek eğilip sesini duyabiliriz. Göğsümüzün sol tarafında durur. Elma büyüklüğündedir ve rengi  kırmızıdır. Evet, kızılelma kalbimizdir. Kalbimiz fethetmemiz gereken, kızılelmamızdır. Biz çoktandır onu yitirdik. Artık onun fatihi değil,  mağlubuyuz. Ona hâkim değiliz. Onu, New York’un temsil ettiği hayat tarzının istilasına terkettik. Medine sürmeli nazarların saçtığı enerjilerden beslenmiyor o, şeytan ve avanesinin öncülüğünde pompalanan negatif enerjilerden besleniyor. O yüzden bizi dönmemiz gereken yöne döndürmüyor. Dönmemiz gereken yöne dönmediğimiz için de açılması gereken kapılar açılmıyor. Kapılar açılmadığı için fütuhat olmuyor. Fütuhat olmadığı için patinaj yapıp duruyoruz, çünkü kalbimiz olması gereken yerden kaymıştır, dengede değildir, sabit durması gereken yerde durmamaktadır. O dengede olmadığı için vücut mülkümüz dengede değildir; işlerimiz eksiktir, natamamdır, kusurludur. Kalbimiz yerinde olmadığı içindir ki nizam yerinde değildir, karanlık aydınlığa galip  gözükmektedir, batıl Hakk’ı gölgelemektedir.
Yitik kalbimiz kaybettiğimiz kızılelmamızdır. New York merkezli medeniyetin attığı format, onu kendi yazılımından başkası ile çalışmayan bir donanıma dönüştürdü. Orada fink atan virüsler çağdaş Roma’nın virüsleridir. O yüzden oturuşumuzda edep,  konuşmamızda nezaket, susuşumuzda tefekkür, bakışımızda ibret, halimizde hayır kalmadı.
Kalbimizi çağdaş Roma’nın elinden kurtarmamız gerekiyor.
Bunun yolu seferdir.
Sefer, kalbimize doğru olmalı...
Orayı fethetmeyen hiçbir yeri fethedemez.
Orasını ıslah edemeyen hiçbir yeri ıslah edemez.
Hadi kalbimize sefere çıkalım…
Sefer hazırlıkları başlasın, keşif çalışması yapalım, çağdaş Roma’yı, işleyişini, virüslerini ve kalbimize nasıl musallat olduğunu öğrenelim.
Sefer hazırlıkları başlasın, kalbimizi, hallerini, dostlarını, gıdasını, sevdiğini, sevmediğini öğrenelim.
Sefer hazırlıkları başlasın, kalbimizi tekrar fethedelim; orayı fethedersek kızılelmamızı önümüzde göreceğiz, önümüzde gördüğümüzü kalbimizin mülkü kılmak için tek bir adım, tek bir nazar yetecek de artacak sonra.